Bu soruya aşağıdaki sorularla karşılık veren olacaktır.
Hangi kelam?
Kimin kelamı?
Ne diyor?
Her ne kadar “sözel” olanın yerine “görsel” olan geçti diyerek; Jack Ellul’dan naklen “sözün düştüğü” söylenebilirse de biz o fikirde değiliz.
Bu bir yana; birbirimizi dinliyor, anlıyor, ona nazaran hareket ediyor muyuz?
Yoksa kimse kimseyi dinlemiyor; kelamımız suya yazılan yazılar üzere kaybolup gidiyor mu?
Madem “söz” kelam mevzusudur, şahit olduğum bir hadiseyi naklederek nerede durduğumuzu belirtmek istiyorum.
Ne demişler:
Aynaya ayna görünür lakin düşünde
Sessizliktir sessizliğin bekçisi.
Profesörler, gazeteciler, muharrirler, şairler, müzisyenler bir ortaya gelmiş. Her fert yanındaki ile konuşuyor, salonda bir uğultudur gidiyor.
Âşık bu duruma sabretti, sabretti; sonunda dayanamayıp çalıp söylediği türküyü kesti.
Saz kesilince, biri “Dikkaaat” demiş üzere salonda bir sessizlik oldu.
Gözler âşığa döndü.
Niye kestin der gibiler.
Âşık kızardı-bozardı, boğazını bir iki öksürüp temizledi, son bir çabayla patladı:
Salonda şaşkınlık:
– Nasıl yani?
– Yahu sizler hiç âşık kahvesine gitmediniz mi; hiç koşma, atışma dinlemediniz mi?
Bir âşık çalıp söylüyorken sesler kesilir âşık dinlenir, bununla da kalmak olmaz, şayet güzel bir dörtlük, hoş bir nükte patlatmış ise.
– Eee!..
– Yaşa âşık, var ol, parıltı ol!.. diye alkış tutulur.
– Yanlışsız ya! Haklısın valla!..
Salonda bir uğultu koptu, herkes âşığa hak veriyordu, ancak işin endazesi kaybolmuş, büyü bozulmuştu.
Daha sonra gelen ısrarlar üzerine âşık her ne kadar yeniden çalıp söylediyse de, ne sazında ne kelamında tat kalmıştı.